15 Aralık 2015 Salı

Mehmet Rauf


HAYATI VE EDEBİ KİŞİLİĞİ

12 Ağustos 1875 tarihinde İstanbul'da doğdu. Servet-i Fünun edebiyatının tanınmış romancısı. 1875 yılında İstanbul'da doğdu. İlk öğrenimini Balat Mahalle Mektebinde yaptı; orta öğrenimi Söğütlü Çeşme Rüştiyesinde bitirdi. Sonra Heybeliada’daki Bahriye Mektebine girdi. Okul hayatı 1893’te biten yazar, Tarabya önlerinde, elçilik gemilerinin İrtibat Subaylığına tayin edildi.

Tevfik Fikret’in halasının kızı Sermet Hanımla evlendi. Bundan iki kızı oldu. Mehmet Rauf, Sermet Hanım hayattayken iki evlilik daha yapmıştır. Hepsinden kız çocukları olmuştur. İkinci Meşrutiyetin ilanına sevinen Mehmet Rauf, o sırada Zambak adlı açık saçık hikayesini neşredince, subaylıktan atıldı. Geçimini kalemiyle sağlamak zorunda kaldı. Yakalandığı hastalıktan kurtulamayan Mehmet Rauf, 1931’de İstanbul’da öldü. Hastalığı sırasında geçim sıkıntısına girdiğinden hükümet bir miktar aylık bağladı.

Batı edebiyatını ve Halit Ziya’nın İzmir’deki yazılarını yakından takip ederek edebi kişiliğini kazanmıştır. Fransız realistlerine bağlı olmakla birlikte, daha çok Fransa’daki psikolojik romanın öncülerinden olan Paul Bourget’in tesiri altında kalmıştır.

Mehmet Rauf, Bahriye Mektebinde okuduğu sırada Fransızca ve İngilizceyi öğrenmiş, batı edebiyatını kendi dillerinden okumuştur.

Tıpkı Halit Ziya gibi mensur şiirler, hikayeler ve tahlil romanları yazan Mehmet Rauf’un hikaye ve romanlarında hayatından kuvvetli akisler görülür. Bu romanlar, yazarın yaşadığı ve yaşamak istediği aşk maceralarının hikaye ve roman haline konulmuş ifadeleri gibidir.

Roman, hikaye, mensur şiir, tenkit gibi türlerde otuzu aşan eseri olan Mehmet Rauf daha ziyade Eylül romanı ile tanınır. Bu roman, Türk edebiyatında, psikoloji ve tahlil romanının başarılı ilk örneğidir. Yazar eserde, basit bir vakayı ele almış ve dış alem tasvirlerinden ziyade, kahramanların ruh hallerini; düşünce, duygu, tasarı ve umut serüvenlerini anlatmaya çalışmıştır.

Mehmet Rauf’u Halit Ziya’dan ayıran başka bir özellik, üslubunun biraz daha sade ve yalın olmasıdır. Bir diğeri de üslubu ve hikayelerinin hemen hemen sadece aşk ekseni etrafında dönmesidir.

Mehmet Rauf’un cümle yapısı hayli zayıftır. O, Halit Ziya tarzı mensur şiirlerinin en güzellerini Siyah İnciler (1901) adlı bir kitapta toplamıştır. Böğürtlen, Ferda’yı Garam, Genç Kız Kalbi, Karanfil ve Yasemin, Son Yıldız, Halas gibi eserleri, tanınmış romanlar arasındadır. İhtizar, Âşıkane, Son Emel, Menekşe, Bir Aşkın Tarihi, Üç Hikaye, Pervaneler Gibi, Kadın İsterse, Gözlerin Aşkı, Eski Aşk Geceleri gibi eserleri de, çoğunu aşk konusunda yazdığı, küçük ve büyük hikayelerini topladığı kitaplardır. Halid Ziya’nın Ferdi ve Şürekası romanını piyes haline koyan Mehmet Rauf’un Cidal, Pençe, Sansar, Yağmurdan Doluya gibi tiyatro denemeleri de vardır.


EK BİLGİ

İlk ve orta öğrenimini Balat'daki mahalle mektebiyle, Soğukçeşme Askeri Rüştiyesi'nde gören Mehmet Rauf, Bahriye mektebini bitirerek (1893) deniz subayı oldu. 1894'de staj için Girit'e, 1895'de Kiel kanalının açılış merasiminde bulunmak üzere Almanya'ya gönderildi ve dönüşünde Tarabya'da elçilik gemilerinin irtibat subaylığına atandı. Üç kez evlenen (ilki Tevfik Fikret'in halasının kızıdır) ve çeşitli gönül maceraları peşinde sürüklenen Mehmet Rauf 1908'den sonra bahriyeden ayrılarak, hayatını yazarlıkla kazanmaya çalıştı. Cumhuriyet devrinde kadın dergileri çıkarmasına, ticaretle uğraşmasına rağmen ekonomik sıkıntılardan bir türlü kurtulamadı ve yoksulluk içinde, 23 Aralık 1931 tarihinde İstanbul'da öldü.

ESERLERİ

Roman:

Eylül
Ferda-i Garam
Karanfil ve Yasemin
Genç Kız kalbi
Son Yıldız

Hikaye:

İntizar
Aşıkâne
Son Emel
Hanımlar Arasında

Mensur Şiir:

Siyah İnciler

Oyun:

Pençe
Cidal
Sansar




EYLÜL (ÖZET)


          

       Suat ve Süreyya mutlu evlilikleri olan bir çifttirler. Babalarının yazlık evinde kalmaktadırlar. Bu yazlık ev Süreyya’nın kâbusudur. Bu evde nefes alamaz, bunalır. Evin duvarları ona dar gelmekte, onu sıkboğaz etmektedir. Bu durumu sürekli karısı Suat’a açar, derdini-bu kâbusunu onunla paylaşır. Suat’ın da durumu farklı değildir fakat onların bir problemleri de Süreyya’nın kız kardeşi Hacer’dir. Hacer Fatin Bey ile evli olmasına rağmen kuzenleri olan Necip’e sarkıntılık etmekte, peşini bırakmamaktadır. Necip’le gönül eğlendirir. Hacer’in dedikoducu, hırçın özelliklerine rağmen Necip uysal, oturaklı bir insandır. Necip bu evde kapalı kalmayı göze almaz. Onun için kapalı bir yerde kalmak, yazı böylesine bir evde geçirmek mümkün değildir. O özgür yaşamaya, gezmeye alışkın birisidir. Ayrıca onun için evlenmek ölmeye denktir. Bir kez aldatılmıştır ve bundan sonra bütün kadınların onu aldatacağını, yarı yolda bırakacaklarını düşünür. Fakat Suat ve Süreyya’nın ilişkisi ona hep farklı, kendisinin asla bulamayacağı bir şey gibi gelir. Suat kocası Süreyya’nın bu kadar sıkılmasına, üzülmesine dayanamaz, onu mutlu etmek ister.  Dadısıyla birlikte babasına bir mesaj gönder, para ister. Babası Suat’a 30 lira gönderir. Suat bu parayı kocasına verir. Süreyya ve Necip Boğaz’ın üst tarafında bir yalı tutarlar. Yalı, bu boğucu evden kurtulma düşüncesi Suat ve Süreyya için şölendi. Zaman kaybetmeden yerleşmişlerdi yeni yalılarına. Bu sırada Necip’i de her zaman yanlarına çağırıyorlardı. Süreyya balık tutmayı, sandala binmeyi ve yelken açmayı çok sevmektedir. Süreyya bu alışkanlıklarıyla zaman geçirdiği zamanda Suat ve Necip beraber piyano çalmaktadırlar. Bu ziyaretler sırasında Necip Suat’ın bakışlarında ruhunun eridiği hissediyor, gün geçtikçe ona daha da yaklaşıyordu. Suat da aynı şeyleri hissetmektedir. Piyano çaldıkları zamanlarda aralarında bir çekim-bir aşk başlar. Bundan kurtulmaya çalışırlar, ikisi de Süreyya’ya ihanet etmek istemezler. Fakat bu aşk gittikçe onları daha dibe çekmektedir. Necip bundan kurtulmayı başaramayınca yanlarından ayrılmaya karar verir. Ayrılırken de Suat’ın bir eldivenini gizlice yanına alır. Daha sonra Suat ve Süreyya Necip’in tifo hastalığına yakalandığını öğrenirler. Hastalığın üstünden biraz geçtikten sonra ziyarete giderler ve orada Hacer’inde olduğunu görürler. Hacer Necip’in hastalığı sürecinde yanında bulunmuştur. Necip’in kendinde olmadığı bir zamanda yastığının altında Suat’ın kayıp eldivenini bulur ve aralarında bir şeyler olduğundan şüphelenmeye başlar. Necip’in annesi konuşurlarken eldiveni göstermiş, Suat kendi eldivenini görünce şaşırmıştır fakat anlaşılmasın diye kimseye belli etmez. Eylül ayının gelmesiyle birlikte Süreyya babasının konağına döner. Normalde kışı yalıda geçirmeleri gerektiği halde konağa dönmeleri Süreyya’nın bir şeyler sezmiş olmasındandır. Necip arada sırada konağı ziyaret eder fakat Suat’la beraber artık hareketlerine dikkat etmek zorundadırlar. Başlarında her şeyden bir anlam çıkarmaya çalışan Hacer vardır. Bir gün ev sakinleri düğüne gittikleri için Necip ve Suat yalnız kalmışlardır. İkisi de çok heyecanlıdırlar. Sonunda birbirlerine olan aşklarını itiraf ederler. Necip onu ayda-yılda bir kere de olsa görmeye razı olduğunu söyler. Birbirlerini unutmamaları için özel bir eşya vermek isterler. İkisi de kalplerinin üstünde taşıdıkları eldivenleri çıkarırlar. Bu onların bir kez daha aşklarının alevlenmesine neden olur. Gece olunca konakta yangın çıkar. Çığlıklar, feryatlar içerisinde herkes panikle dışarı kaçar. Süreyya Suat’ı aramakta, fakat bulamamaktadır. Bu sırada Necip’le karşılaşır, Suat’ı bulamadığını söyler. Biri Suat’ın içeride kalmış olabileceğini söyleyince Necip’le Süreyya kapıya koşar. İçeriden cılız bir kadın sesi duyarlar. Süreyya içeri girmeye cesaret edemeyerek “Suat! Suat!” diye bağırır. Necip bir dehşetle içeri atlar. Fakat bu sırada tavam yıkılır ve oda ateş içinde kaybolur..